19 Kasım 2016 Cumartesi

Paris, Texas



Bazı filmleri birkaç günde bitiriyorum. Bu yapıtın ilk yarısını izlediğim gün düşünecek bir şeyim yok gibiydi ve sadece bir yol filmi izlediğimi düşündüm. Diğer gün sevdiğim biri içinin hiç rahat etmediği bir yola çıkmak zorundaydı ve ben bunu çok geç kavradım. Bu film artık benim için endişelerle ve acılarla dolu bir yol filmiydi.

Sürekli yürüyen ve konuşmayan uzun boylu adam barda bayılıyor. Dilsiz ve yardıma muhtaç olduğu düşünülünce kardeşi çağırılıyor. 4 yıldır sadece hayatını yollarda geçirdiğini o zaman anlıyoruz. Bir insan 4 yıl boyunca neyden bu kadar kaçar ? Yitirilmiş bir sevgiden belki. Hayattaki en acı şeyin yitirilmiş bir sevgi olduğunu söyleyen yazar haklı olabilir.



Adam günlerce konuşmuyor abisiyle. Sonunda bir fotoğraf çıkarıyor. Bir arsa satın almış. Babasının annesine aşık olduğunu yerden. Adı Paris,Texas. Adam orada doğmuş. Belki de özüne, yaşama başladığı rahat edeceği bölgeye gidiyordu. Acı nedir asla öğrenmediği o yere.

Genç biri değil. Çocuğu ve eşi var. Eş'i gitme kararı alınca oğlunu bırakıp bir anda kayboluyor. Filmin bir kısmında oğluna kendisini benimsetmeye çalışıyor. Hiç yaşanmamış ama her zaman akılda olan,anı olması istenenler de unutulmaz belki. Çocuk babasıyla ve annesiyle yaşayamadıklarını düşünüp uzak duruyor bir süre. Yakınlaştıklarında annenin peşine düşüyorlar. Tabi böyle anlatıyorum ama bunların hepsinde çok tatli bir anlatıma,harika görüntüler ve müzikler eslik ediyor. Tebessüm ederken gözleri yaşartacak cinsten.


Anneyle babanın karşılaşma sahnesi efsane.Bir insanın karşısına geçip onunlayken ya da onsuz ama tamamen onunla ilgili yaşadığın büyük bunalımı anlatamazsın. Bu yüzden sıra itiraflara geldiğinde yüzlerine bakmamayı tercih ediyorlar. Erkek ve kadın hisleri ne farklı. Adam onun için yaptığı fedakarlıkları kadın ise onu nasıl bir girdabın içine attığından dem vuruyor. Kadın onsuzken sürekli onunla konuştuğunu söylüyor adam onun anısından kaçmak için hiç durmadan kilometrelerce yol yürümüş. Kadın onu kalbinde,düşüncesinde tutmak için caba sarfederken hayatta en büyük yenilgisini onu düşünmek isterken rüyalarında ve düşüncesinde canlandıramadığında yaşıyor. Karşı taraf unutmak için yürüyor.Çok büyük bir vazgeçiş bu. Vazgeçiş belki ama asla yaşanılanları kabullenmek değil. Birbirinizin hayatını neden bu kadar zorlaştırıyorsunuz ? Bu sahnedeki itiraflar ilişkinin içerisinde söylenseydi asla bir aile yıkılmayacaktı. Aşağıdaki fotoğraf filmin sonundan değil ne yazık ki. Ayrı yerlerde acı çekmeye alışmış insanlar bir daha asla kavuşamıyorlar sanırım.

Acılarla dolu bir hayat nasıl bu kadar sempatik ve duru anlatılabilir gerçekten ders niteliğinde. İzleyin nolur

1 Ekim 2016 Cumartesi

Okudum/İzledim/İnceliyorum : Scent of a Woman ( Kadın Kokusu)

Yönetmen:  Martin Brest
Tür:  Dram
Yapım: 1992
İmdb : 8


Son zamanlarda körlükle ilgili birkaç film izleyince Kadın Kokusu kitabını okuduğum ve kitabı bitirir bitirmez çok büyük bir istekle filmini de izlediğim aklıma geldi.Körlükle ilgili diğer bir film tavsiyem; The Color of Paradise.

Kitapta kahramanımız toplumda güçlü kalmayı başarmış,insanların hayranlığını kazanan,yaşadıkları nedeniyle acımasızlaşmış,sert davranışlı,insanları zavallı durumuna düşürüp dalga geçmekten büyük zevk duyan ve savaş dolayısıyla görme yetisini kaybetmiş bir yarbay.Neden bu kadar kötü anlattım.Hayatınızda çok büyük acılar yaşamanız diğer insanlara da hayatı zindan edeceğiniz anlamına gelmiyor.Zaten kitapta sadece hareketler tasvir ediliyor.Kahramanın o hareketi yaparken ne düşündüğü konusunda bir fikrimiz yok ki zaten kitapta bolca bulunan diyaloglarda da kahraman asla gerçek duygularıyla değil hayat hakkında anlamsız sözler savurmasıyla dikkat çekiyor.İşte filmi daha iyi yapan Al Pacino'nun çok karizmatik olması -bunu inkar edemezdim- ve oyunculuğunun duyguyu da barındırmasıydı.Kitaptaki karakterden nefret ederken filmdeki karaktere aşık olmamızın başka bir açıklaması olamaz.Konu tüm İtalya şehirlerini gezdiği genç asker Çiko arasında ilerliyor.Bu yolculuklar Charlie'nin büyümesine neden oluyor.

Filmde ise yine görme yetisini kaybetmiş bir yarbay emeklisi ve yılbaşında eve uçak parası bulmaya çalışan lise öğrencisi Charlie var. Kitaptaki Charlie pek konuşmayan iyi bir dinleyici iken filmdeki Charlie apayrı ve nispeten güçlü biri. Filmin en önemli eksisi tamamen subjektif bir bakışla Amerika'da geçmesi olabilir. Kitapta Fransa şehirlerini dolaşıyorlardı.Fransa'da geçen filmleri özellikle Roma'da geçenleri çok ayrı seviyorum.Siz de bu düşüncedeyseniz Roma'yı en güzel yansıtan La Dolce Vita'yı izleyebilirsiniz. Bunun dışında kaçınılmaz olarak bir karşılaştırma yapacak olursam filmin çok daha etkileyici olduğunu söylemem gerekir. Senaryoyu güçlendirecek yeni odak noktalarının filme dahil edilmesi bu sonucu doğurmuş.

Şimdi bir sahne var ki hayatım boyunca bir sahnenin içinde kalmak zorunda olsam bu sahneyi seçerdim.Şu ayrımı yapmam gerekir ki ölüm veya radikal değişimleri içeren sahneler herkesi her koşulda içine alır,sarsar.Hiç beklemediğiniz bir kadın çok sakin bir sahnede cama koşup atlasa mesela ya da idam sahnesinde şarkı söylerken kadının ipini çekseler ve bir anda kadını sonsuza kadar sustursalar ya da ne bileyim film boyunca katili ararken katilin aslında çocuk elbiseleri giymiş bir cüce olması ve bıçakla sahnede üzerinize doğru koşması.Durdurdum kendimi çok fazla sarsıcı sahne örneği verebilirim ama bu ayrı işte. Burada anlatmak istediğim konu bu sahnenin en yüksek derecede huzuru taşırken aynı zamanda dramı da hissettirmesi. Evet tango sahnesi. Hayatımda kendimi en kötü hissettiğim anlarda izleyebileceğim bir sahne bıraktı bu film bana.Ama izlediğimden beri hiç açıp izledim mi sahneyi ; Hayır. Demek ki üzülünce filmlerden sahneler aklınıza gelmiyormuş, üzen kişiyle yaşadığınız bir sahnenin hayalini bir film sahnesine değişmiyormuşsunuz.Hala okuyan varsa neden bunu kendinize yapıyorsunuz?



Kitapta aşk hikâyesi de vardı.Filmde ise yoktu.Demek ki film aşka başvurmayacak kadar iyi.Bunun dışında daha etkileyici olduğunu düşündüğüm silah sahnesi filme farklı bir hava katabilirdi. Ancak buna yer verilmemişti. Belki de diğer uyarlamayı da izleyip buna karar verebilirim.Bilemiyorum.

Çekimler çok başarılıydı. Özelikle araba sahnesi inanılmaz güzeldi.A Short Film About Love'daki süt arabası sahnesi kadar güzeldi. Kitabı okumak size kalmış ama bu filmi mutlaka görmelisiniz ki zaten çok ünlü bir film izlemişsinizdir.O zaman niye inceledim.Öyle can sıkıntısı.

6 Mart 2016 Pazar

Ma Nuit Chez Maud/ My night at Maud's

My night at Maud's Eric Rohmer'ın ahlak öyküleri serisini oluşturan 6 filmin 3. durağı.1969 yapımı siyah beyaz olan bu film gerek içerdiği konular gerek zekice dizilmiş replikler gerekse içerisindeki mesajlar nedeniyle zamanını aşıyor.Özellikle içinde bulunduğumuz bu toplumda hala çözemediğimiz bir "ahlak" problemi olması nedeniyle güncel sayılabilir.
Filmin başlıca konuları ahlak,din,ilişkiler,hayat,felsefe ve Blaise Pascal. Pascal demişken kendisi hakkında özellikle din konusundaki görüşleri hakkında bir şeyler bilmiyorsanız film akmayacaktır.Bazı filmler belli bir oranda bilgi birikimi gerektirir.Biraz araştırarak izlerseniz sizin için yeni bir düşünce ortamı doğacak.Çok farklı görüşlerde 3 kişi (katolik-Marksist-Ateist) çeşitli konuları tartışırken hangi olasılıkların en büyük kârı getirmesine istinaden toplumun veya kendimizin bu yaşam tarzını seçtiğimizi düşüneceksiniz.Çoğumuz bize dayatılan bir yaşamı idame ettirmeye çalışıyoruz ne de olsa.
-Buradan sonra Spoiler var.- Kapalı ve sıkıcı bir hayat yaşayan ve kendisini dindar olarak tanımlayan Jean-Louis kilisede bir kadın ile karşılaşır ve sözde prensiplerini bir yana bırakarak kadını takip etmeye başlar. Buna ise bir kılıf bulur. Evleneceği kadını bulmuştur. Daha sonra çocukluk arkadaşı İvan ile karşılaşır. Marksist olan İvan onu sosyal hayatın içine sokmaya çalışır.Ve din çerçevesindeki direncini kırmak amacıyla Maud'un evine davet eder.Maud ateist olan özgür kadındır.
Gençlik yıllarında tanışan Jean-Louise ve Vidal 14 yıl sonra hayatlarının çok farklı yönlerinde olduklarını anlarlar. Felsefeci Vidal daha alaycı iken mühendis Jean-Louise konulara bakışı sert ve ciddi. Özellikle reddetmek için harcadığı zamanda kabul için harcadığı zamana göre çok daha büyük bir çaba harcıyor. Bu sıkıntı Maud için oldukça komik. Çünkü herhangi bir maskeyle uğraşmıyor.Kilisenin dayattığı ahlak kuralları içerisinde değil kendi doğallığıyla hayatı karşılıyor.Bana tamamen Jules and Jim filmindeki Catherine'i hatırlattı.Özgür kadın imgesi nedeniyle belki de özenilen kadın kim bilir.
Jean-Louise dindarlığın ancak yüzeyde kaldığı 20 yüzyılda genelgeçer bir ahlak istiyor. Zaten toplum kisiden ahlaklı olmasını değil fakat öyle görünmesini istiyor.Bu maskeye sahip olmayan Maud ve Vidal ile karşılaşıyor. Cinsellik ve ahlak sorunlarını gizleyerek bir ikiyüzlülük içindeki yaşamı seçiyor. Pascal'ın insan hakkında görüşleri benmerkezciliği ile çatışıyor.Din konusundaki düşünceleri ile Pascal'ın din değiştirme konusundaki düşünceleri de. 17.yyda Pascal'ın kilise tarafından kabul edilmemesi nedeniyle bütün fikirlerine şiddetle karşı çıkıyor. Düşüncelerini sadece dini nedenlerle oluşturan bircokları çevremizde.Maud ile kaldığı gecede ise gerçek kişiliği ortaya çıkıyor.
Seçtiği kişinin Françoise olmasının tek nedeni toplumda ahlaklı gözükmesi veya katolik olmasıydı. Çünkü ahlak kendimizi topluma gösterdiğimiz şeklimizdi.Filmin sonundaki durumu başında anlayacakken üzerine gitmeyerek sözde ahlakın devamlılığını sağlıyor. Gerçek olandan korkarak ikiyüzlülüğü tercih etmemiz köklerden geliyor.
Goruntuleri ise fotoğraf karesi gibiydi. Her bir eşya özenle seçilmiş ve konulmuş hissiyatı veriyordu. Bunun dışında takip sahnesindeki çekimler bir yandan 60lar Fransasının tarihi havasını da içeriyordu.Tüm bunlar dışında en sevdiğim iki film olan Amour ve Three Colors Red'de oynayan Jean-Louis Trintignant'ın oyunculuğu çok doğal. Bir filmden beklentiniz sinematografi ise izleyiniz. Didaktikliği ise izleyiniz. Siyah beyaz filmleri seviyorsaniz mutlaka izleyiniz. Ahlak konusunu irdelendigi bu filmi lütfen izleyiniz.

7 Ekim 2015 Çarşamba

AMOUR \ AŞK (2012)


Yönetmen:  Michael Haneke
Tür:  Dram,Romantik
Yapım: 2012
İmdb : 7,8

Birbirlerine geçmişte aşık iki insanın yaşlılık hallerini izliyoruz. Ki film sizi yaşlılığa yaklaştırıyor. Sinema his işi.Hayal gücünü alabildiğine genişleten bir alem.Gelecek hakkında bir takım düşüncelerimiz vardır.Bu düşüncelerin görüntüye aktarılmış ve çok çok uzak bir geleceği anlatması , ancak burada önemli olan 'kendinizin' muhtemel gelecek senaryolarından birinin içine bilerek dahil olmanız ki bu ne kadar harika ve az bulunur bir duygu anlatılamaz ama izlenebilinir kılmış Haneke.




 Haneke yine rahatsız etmeyi başardı.Sade bir film.Yavaş ilerliyor ancak böyle olması gerektiği için böyle.Monoton ilerlemesi filmin çarpıcı olması gereken bölümlerini daha çarpıcı kılıyor. İzleyeli uzun zaman oldu.Ama bir filmi izledikten sonraki ilk etkilerle yapılan bir eleştirinin fazla çiğ kalacağı inancındayım.Eğer izlediğim an yazsaydım vıcık vıcık duygusallığıma maruz kalacaktınız.İzlediğim dönem hayatımın en anlamsız acı şokunu yaşadığım dönemdi.Ancak filmin etkisini bu kadar büyük derecede hissedebilmemde bu döneminin etkisi var ki 'Hayatında izlediğim en etkileyici film' genellemesini yapabiliyorum. Çünkü ben bu filmde ağzımı şaşkınlıktan açabileceğim en üst sınırı zorlamış yüz kırışıklarımın ilk belirtilerini bu zorlamayla oluşturmuş olabilirim.


 Yaşlılık daha iyi anlatılamazdı. Boşvermişlik çok iyi ve gülümseten detaylarla işlenmişti. Unutkanlık ise gerçekçi ancak rahatsız ediciydi. Hastalık ve muhtaç olma psikolojisi ise bir diğer filmin çarpıcı konularıydı. Yaşlılık ciddi anlamda ürkütücü iken bu filmle ürkütücülüğü hat safhaya çıkıyor. Duygular o kadar iyi izleyiciye veriliyor ki sanırım hiçbir filmde bu kadar içli, bu kadar büyük bir şaşkınlık ve umutsuzluk içinde hüzüne adam akıllı kapılarak ağlamamıştım.Olabilecek en acı sonu düşünün ki bu filmin sonunun yanına bile yaklaşmayacaktır.Aşk budur.Basit değildir. Biri için yaşamak, kısacık kalan bir ömür parçasını da aksak bir şekilde o'na adamak.En ağır acı,en kötüsünü seçebilmek o'nun için. Kendi acını hiçe sayıp o'nun acısını bitirmek. Çok ayrı bir yapıt bu.Çok içli.Çok çok çok. Bu bize çok.

18 Ekim 2014 Cumartesi

District 9 / Yasak Bölge 9 (2009)


Yönetmen:  Neill Blomkamp
Yapımcı: Peter Jackson
Tür:  Aksiyon,Bilim Kurgu,Gerilim
Yapım: 2009
İmdb : 8,0

1982 yılında oldukça büyük bir uzay gemisi  Güney Afrika ülkelerinden olan Johannesburg'da bozulur.Uzaylıların olduğu bu yer 9. Bölge olarak adlandırılır.

Bu kısımdan sonra medya görüntüleri yer alıyor.Uzaylıların bölgeyi nasıl tahrip ettiği,insanlara zarar verdiği hakkında bir dizi röportaj,haber izliyoruz.Bu konuda bilgi sahibi olan 'yetkili' insanlardan ve halktan kişilerin bu konu hakkında görüşlerinin sunulduğu bir belgesel kıvamında ilerliyor.Haberlerde verilen görüntüler sonucunda uzaylıların ciddi anlamda ülke hatta dünya için büyük bir sorun işgal ettiğini düşünüyorsunuz.Ve uzaylıların yarattığı bu sorunlar MNU (Birleşmiş Çok Uluslu Milletler) adında bir organizasyon tarafından kontrol edilmek isteniliyor.Bu sorunları aşmak için buldukları ilk çözüm yolu uzaylıları bulundukları 9. Bölge'den tahliye etmek oluyor.Bu görevi alan kişi ise MNU örgütünün müdürünün damadı olan Wikus van de Merwe olacaktır.



{{spoiler}} Bundan sonrası ise gerçekleri gördüğümüz kısım.Sorunun uzaylılar değil her zaman ki gibi 'insan'lar olduğu onları çok kötü şartlara maruz bıraktıkları ve sömürdüklerine şahit oluyoruz.Buradan sonra gerilim artıyor.

Uzaylıların son teknoloji silahlarını insanlar kullanamıyor ve sadece kendileri kullanabiliyor.Ancak o kadar sindirilmiş bir azınlık ki böyle bir şeyi yapmaya cesaret edemiyorlar.Kedi mamaları ile besleniyorlar.Tabi ki bunları inanılmaz pahalı bir şekilde temin ediyorlar.Yine bölgede onları sürekli tehdit eden bir mafya grubu var.Olaylar kesinlikle bir düzen içinde ve enteresan detaylar ile işleniyor.En enteresan olanı ise insan-uzaylı  karışımı bir tür oluşması.Bahsettiğim MNU örgütü için böyle bir varlık uzaylıları yok etmek amacı ile kullanabilecekleri mükemmel bir silah olarak görülüyor. {{spoiler}}


Konu kesinlikle doyurucu.Her türlü detay çok ince bir şekilde işlenerek izleyicinin aklında soru işareti bırakmıyor.Farklı bir film bilim kurgu ögeleri mantıklı bir çizgide veriliyor.Ayrıca aksiyon,gerilim,dram ögeleri de hissediliyor.Uzaylı tasvirleri ve konuşmaları da başarılı.Oyunculukları da beğendim.

Ben filmi İstanbul-Edirne yolculuğumda izledim.Yolculukta izlenen filmler insanı sıkar ancak durum bu yapım ile tam tersine dönüştü ve yolculuğumu güzelleştirdi.Kesinlikle öneririm.Ben bu filmi 2000li Yılların En İyi 25 Filmi adlı listeden keşfettim.Bu listede izlemediğim birkaç film daha kaldı.Filmler oldukça başarılı.Bakmanızı öneririm.

Görseller : 1 2 3

16 Ekim 2014 Perşembe

Top 5 Kore Filmleri

High Fidelity filmini bir kere olsun izlemiş olanlar hayatının her alanında bir 'Top 10' listesi oluşturmaya başlamak istemiştir diye düşünüyorum..Sadece bende bu etkiyi yapmış olamaz.Ben de bunun etkisiyle ilk olarak ' En sevdiğim 6 intikam temalı film ' gibi bir liste yapmıştım.Şimdi ise özellikle Türk kızları tarafından oldukça sevildiğini düşündüğüm Kore Filmlerini incelemeye karar verdim.Ben aşırı yapmacık aşk filmlerinden hoşlanmadığım için her ne kadar bir kaç tanesini görmüş olsam da o filmlere yer vermeyeceğim elbette ki.


Spring,Summer,Autumn,Winter...and Spring (2003) / İlkbahar,Yaz,Sonbahar,Kış ve İlkbahar
                                                         Ki-duk Kim  IMDb  8,1
Budizm öğretileri ile bezenmiş bu filmde mevsimler yardımı ile insanın hayatındaki dönemlerine ışık tutuluyor.İlkbahar dönemi çocukluk ve yetişme dönemidir.Yaz ergenlik.Sonbahar hataların bedelini ödeme dönemi.Kış ise olgunluk.Ve tekrar ilkbahar.Tekrar çocukluk.Bu dönemler harika örneklendirmeler ile anlatılıyor.Çok güzel hisler uyandırıyor.Kesinlikle görülmesi gereken bir eser.Yalnız çok sakin ve çok az konuşma olduğunu eklemeliyim.Uygun bir zamanda izlenmeli.Doğru zamanda izlenildiğinde etkilenmeyecek bir insan olduğunu sanmıyorum.Yıllar sonra farklı bir dönemimde tekrar buluşacağım filmdir aynı zamanda.



Oldeuboi / İhtiyar Delikanlı (2003)
Chan-Wook Park  IMDb :  8,4

Daha önce en sevdiğim intikam filmlerinden olduğunu belirtmiştim.Çok farklı sonu ve işleyişiyle doyurucu ancak bir o kadar rahatsız edici.Herkesin seveceği bir tarz değil.Tabii sadece korku-gerilim tarzı izleyen bir kitle de var.Film zevkleri değişiyor.




Gwoemul / Yaratık (2006)

Joon-ho Bong  IMDb :  7,0

Canavarlı filmleri sevmem aslında.Ancak bu çok farklı.Bir ailenin sıcaklığını,gerçekliğini,komediyi de dramı da çok iyi kullanan bir canavar filmi.Görüntüler de oldukça kaliteli.Asla sıkmadan çok farklı tatlarla bitiriyorsunuz filmi.Öneririm.


Bin Jip / Boş Ev (2004)
Ki-duk Kim   IMDb :  8,1

Derin bir film daha.Listedeki tek aşk filmi.Bence tüm kore aşk saçmalıkları arasında sıyrılmış bir yapım.Dikkat ederek izlemeli mesajları kaçırmamak için.Özellikle şarkısına bayılmıştım.Açıp açıp dinliyorum sürekli.Korece değil zaten dinlemek hoşuma gitmiyor.Arapça bir şarkı. Burada


Kim Bok-nam Salinsageonui Jeonmal / Cinnet (2010)
Chul-Soo Jang     IMDb :  7,3

Koreliler dramı ve aşk filmlerini seviyor olmalı.Ben biraz daha farklı türlerde filmler seçmişim farkında olmadan.Aslında bayıldığım bir film olmamasına rağmen 'cinnet' faktörünün hissettirildiği bir film olduğu için ve listeyi en sevdiğim 5 olarak düzenlediğim için bu filmi de dahil ettim.Çok fazla dramdan hoşlanmıyorsanız size göre değil.


Görseller: 1 3 4 5

5 Eylül 2014 Cuma

Melancholia (2011)

Doğum günüme özel olarak son zamanlarda beni en çok etkileyen film olan Melancholia filminin incelemesi yapacağım.Çünkü benim için yeri ayrı.Lars van Trier filmlerine bakacak olursak Dancer in the dark ve Dogville duyguyu izleyiciye çok iyi bir şekilde veren filmlerdi.Bu da o şekilde.Daha iyi mi tartışılır.Bir Dogville değil elbette.















Yönetmen:  Lars van Trier
Tür:  Dram,Bilim Kurgu
Yapım: 2011
İmdb : 7,1


Filmimiz iki ayrı bölümden oluşuyor.Bu iki ayrı bölümde birbirine tamamen zıt hayat görüşleri olan iki kardeş ele alınıyor.İlk bölümdeki asıl kahraman Justin diğer bölümde ise odak noktasını Clair oluşturuyor.Justin bölümünde melankoli bir psikolojik rahatsızlık yönü ile ele alınırken Clair bölümünde Melancholia gezegeni ve getirdikleri-götürdükleri ele alınıyor.

Filmin açılışı slow motion.Konu hakkında tek bir şey bile bilmiyorsanız büyük ihtimalle ne olduğunu kestiremeyeceksiniz.Filmin geneline kısa bir bakış olarak görülebilir açılış kısmı.Devamında bir limuzin ve dar bir patika var.Ne kadar uğraşsalar da oradan limuzinle geçemiyorlar.Olmuyorsa zorlamayacaksın kısmı.Ve True Blood'un Viking tanrısı Alexander Skargard damat rolünde.İtiraf ediyorum filmi izlememi sağlayan neden onun rol almasıydı.Ancak çok daha fazlasını buldum. Buradan sonra biraz spoiler bulunabilir.Düğün sahnelerinde topluma ayak uyduramamış veya daha doğrusu pek takmayan bir gelin var.Hayatı sevmiyor.Ne ailesini ne de başka bir şeyi.Onu bacaklarından aşağı çeken bir gücün olduğunu söylüyor.Filmin genelinde olduğu gibi bu da bir metafor elbette.Ve aile,evlilik eleştirisinden de geri kalınmamış bu durumda.Sürekli bir şeyleri gizleme ihtiyacı var ablası Clair'da.Aman rezil olmayalım düşüncesi.Justin'in ise böyle bir korkusu yok.Düğününün ortasında odasına çekilip banyo yapıyor annesi gibi.Devamında ise sürekli uyuyor ve en sevdiği yemek olan köfteden bile kül tadı alıyor.Çıkılmaz bir durumda.Ancak onu huzura ermesine neden olan durum yaklaşıyor.Ve dünyanın sonu geliyor. 

Yani Justin kendi düğününde olmasına rağmen o kadar melankolik hareketleri vardı ki filmin isminin onun bu melankolik halinden geldiğini düşündürdü.Filmin basit bir tempoda ilerleyeceğini ve bir aile dramını izleyeceğimi.Ancak işin aslı Melancholia dünyaya yaklaşmakta olan bir gezegenin adı.Derin bir film olduğu için ve Lars von Trier dehası nedeniyle çok fazla alt metin barındırıyor.Bilimsellik ve soyut ögeler karşılaştırılırken dünyanın başından bu yana süregelmiş melankoli yani günümüzde daha çok bilinen adı ile depresyon ele alınıyor.Bunun dışında Melancholia gezegeninden yola çıkarak doğa olaylarının insan üzerinde etkileri de yer alıyor.Ancak ben tüm bu konular hakkında çok iyi bir inceleme yapamayacağım için sadece bana hisssettirdiklerini yazacağım.

Justin in ablası olan Clair'ın kocası bir bilim adamı ve bu Melancholia gezegeni ile yakından ilgileniyor.Çeşitli hesaplamaların sonucunda gezegenimizin sadece yanından geçeceğini söylüyor.Bilim-metafizik ögeler eleştirisi ise bilim adamı rolündeki John karakteri üzerinden yürütülüyor.Salt bilim tek çözüm değil elbette.Gezegen güneşin arkasına saklanıyor.Ve giderek uzaklaşıyor.Bir umut beliriyor.

Bu durum sürerken iki kardeş ise hayat görüşü olarak tamamen farklı yerlerde.Justin dünyanın kötü olduğunu ve yok olmasının daha iyi olduğunu düşünüyor çünkü hayatta elle tutulur pek bir şeyi yok.Clair ise bir anne ve bir eş olduğu için melankoli haline dünyanın yok olması düşüncesi ile kapılıyor ve endişeleniyor.Anneliğin vermiş olduğu iç güdüler nedeni ile çocuğuna ne olacağını düşünüyor.Ve onun tarafından baktığımızda Justin'in işi daha kolay gibi görünüyor.Çünkü daha mantıklı bir kız.İki farklı kadın türü var.Clair dünyanın sonunu balkonda bir şişe şarap açarak beklemek istiyor.Tabi ki kardeşine anlamsız ve komik geliyor bu tutumu.Ben Justin'in tarafındayım kaybedecek bir şeyi olmayan ve dünya yansa umurunda olmayan taraftanım.Gerçekten böyle bir durum olsa onun gibi tepkiler vereceğimi düşündüm.Zaten bir filmde karakterlerden birinin yerine kendinizi koyabiliyorsanız eğer o film iyidir.Çünkü sizi düşünmeye sevk eder ve kendinizi daha iyi anlamanıza değişik durumlarda vereceğiniz tepkileri düşünmenize yol açar.Bence evlendikten sonra her kadın ablası Clair gibi düşünür.Kadının iki farklı süreçteki tepkilerini ve psikolojik durumlarını incelemiş Trier.Zaten  yönetmenin psikolojik yapımları oldukça ünlü.Ben sevdim biraz uzun ve durağan geldi ancak ikinci kısımda olayın dozu iyi ayarlandığı için daha iyi sardı sonu ise daha iyi olamazdı diye düşünüyorum.Çocuk kahramanımız ne dense yapacak biri.Ve o durumda çelik-kıran teyzesine güveniyor.Bir kaç dal parçasından yaptıkları sözde mağaralarına saklanıp el ele tutuşuyorlar.Ve son gittikçe yaklaşıyor.

Asıl olayın benim izlenimlerimde şöyle.Ya da daha doğrusu beni etkileyen kısmı.Gerçekte Melancholia gibi bir gezegen olmasa da ve dünyaya çarpıp yok etmese de melankoli durumu tüm dünyayı sarmış bir duygu karmaşası olarak kendini gösteriyor.Her insanda farklı durumlarda belirebilir ve farklı tepkiler yaratabilir.Ve hepimizi farklı hayat şartlarında yavaş yavaş içine çekiyor bu duygu.Bu vazgeçme,boş veriş de ondan.İçimizdeki yaşama umudu yani güneşimizin arkasında saklanan melankoli adlı baş belası bir gezegenin yaklaşıp uzaklaşması ve yakamızı bırakmaması nedeniyle tüm bunlar.Ve eğer ona izin verirsek bize yavaş yavaş yaklaşır tam gitti kurtuldum derken tekrar yaklaşır ve işte bu bizim sonumuzu getirir.

Ben abartılı oyunculuk veya duygu sömürüsü görmedim.Clair nefes alamaz iken ben de heyecanlandım.Ciddi anlamda böyle bir durumla karşılaşsaydık filmdeki gibi olurdu diye düşünüyorum.

İkililiklerin bol olduğu bir filmdi yani.Gerilim ögesi ilk bölümde Justin tarafından ikinci bölümde ise Clair tarafından hissettirildi.Merak uyandırıyor sonu.Bence bir film ancak bu kadar dolu olabilirdi.5 üzerinden 5 verebilirim.İmdb puanına aldırmayın derim.

1 2 3 4