19 Kasım 2016 Cumartesi

Paris, Texas



Bazı filmleri birkaç günde bitiriyorum. Bu yapıtın ilk yarısını izlediğim gün düşünecek bir şeyim yok gibiydi ve sadece bir yol filmi izlediğimi düşündüm. Diğer gün sevdiğim biri içinin hiç rahat etmediği bir yola çıkmak zorundaydı ve ben bunu çok geç kavradım. Bu film artık benim için endişelerle ve acılarla dolu bir yol filmiydi.

Sürekli yürüyen ve konuşmayan uzun boylu adam barda bayılıyor. Dilsiz ve yardıma muhtaç olduğu düşünülünce kardeşi çağırılıyor. 4 yıldır sadece hayatını yollarda geçirdiğini o zaman anlıyoruz. Bir insan 4 yıl boyunca neyden bu kadar kaçar ? Yitirilmiş bir sevgiden belki. Hayattaki en acı şeyin yitirilmiş bir sevgi olduğunu söyleyen yazar haklı olabilir.



Adam günlerce konuşmuyor abisiyle. Sonunda bir fotoğraf çıkarıyor. Bir arsa satın almış. Babasının annesine aşık olduğunu yerden. Adı Paris,Texas. Adam orada doğmuş. Belki de özüne, yaşama başladığı rahat edeceği bölgeye gidiyordu. Acı nedir asla öğrenmediği o yere.

Genç biri değil. Çocuğu ve eşi var. Eş'i gitme kararı alınca oğlunu bırakıp bir anda kayboluyor. Filmin bir kısmında oğluna kendisini benimsetmeye çalışıyor. Hiç yaşanmamış ama her zaman akılda olan,anı olması istenenler de unutulmaz belki. Çocuk babasıyla ve annesiyle yaşayamadıklarını düşünüp uzak duruyor bir süre. Yakınlaştıklarında annenin peşine düşüyorlar. Tabi böyle anlatıyorum ama bunların hepsinde çok tatli bir anlatıma,harika görüntüler ve müzikler eslik ediyor. Tebessüm ederken gözleri yaşartacak cinsten.


Anneyle babanın karşılaşma sahnesi efsane.Bir insanın karşısına geçip onunlayken ya da onsuz ama tamamen onunla ilgili yaşadığın büyük bunalımı anlatamazsın. Bu yüzden sıra itiraflara geldiğinde yüzlerine bakmamayı tercih ediyorlar. Erkek ve kadın hisleri ne farklı. Adam onun için yaptığı fedakarlıkları kadın ise onu nasıl bir girdabın içine attığından dem vuruyor. Kadın onsuzken sürekli onunla konuştuğunu söylüyor adam onun anısından kaçmak için hiç durmadan kilometrelerce yol yürümüş. Kadın onu kalbinde,düşüncesinde tutmak için caba sarfederken hayatta en büyük yenilgisini onu düşünmek isterken rüyalarında ve düşüncesinde canlandıramadığında yaşıyor. Karşı taraf unutmak için yürüyor.Çok büyük bir vazgeçiş bu. Vazgeçiş belki ama asla yaşanılanları kabullenmek değil. Birbirinizin hayatını neden bu kadar zorlaştırıyorsunuz ? Bu sahnedeki itiraflar ilişkinin içerisinde söylenseydi asla bir aile yıkılmayacaktı. Aşağıdaki fotoğraf filmin sonundan değil ne yazık ki. Ayrı yerlerde acı çekmeye alışmış insanlar bir daha asla kavuşamıyorlar sanırım.

Acılarla dolu bir hayat nasıl bu kadar sempatik ve duru anlatılabilir gerçekten ders niteliğinde. İzleyin nolur

1 Ekim 2016 Cumartesi

Okudum/İzledim/İnceliyorum : Scent of a Woman ( Kadın Kokusu)

Yönetmen:  Martin Brest
Tür:  Dram
Yapım: 1992
İmdb : 8


Son zamanlarda körlükle ilgili birkaç film izleyince Kadın Kokusu kitabını okuduğum ve kitabı bitirir bitirmez çok büyük bir istekle filmini de izlediğim aklıma geldi.Körlükle ilgili diğer bir film tavsiyem; The Color of Paradise.

Kitapta kahramanımız toplumda güçlü kalmayı başarmış,insanların hayranlığını kazanan,yaşadıkları nedeniyle acımasızlaşmış,sert davranışlı,insanları zavallı durumuna düşürüp dalga geçmekten büyük zevk duyan ve savaş dolayısıyla görme yetisini kaybetmiş bir yarbay.Neden bu kadar kötü anlattım.Hayatınızda çok büyük acılar yaşamanız diğer insanlara da hayatı zindan edeceğiniz anlamına gelmiyor.Zaten kitapta sadece hareketler tasvir ediliyor.Kahramanın o hareketi yaparken ne düşündüğü konusunda bir fikrimiz yok ki zaten kitapta bolca bulunan diyaloglarda da kahraman asla gerçek duygularıyla değil hayat hakkında anlamsız sözler savurmasıyla dikkat çekiyor.İşte filmi daha iyi yapan Al Pacino'nun çok karizmatik olması -bunu inkar edemezdim- ve oyunculuğunun duyguyu da barındırmasıydı.Kitaptaki karakterden nefret ederken filmdeki karaktere aşık olmamızın başka bir açıklaması olamaz.Konu tüm İtalya şehirlerini gezdiği genç asker Çiko arasında ilerliyor.Bu yolculuklar Charlie'nin büyümesine neden oluyor.

Filmde ise yine görme yetisini kaybetmiş bir yarbay emeklisi ve yılbaşında eve uçak parası bulmaya çalışan lise öğrencisi Charlie var. Kitaptaki Charlie pek konuşmayan iyi bir dinleyici iken filmdeki Charlie apayrı ve nispeten güçlü biri. Filmin en önemli eksisi tamamen subjektif bir bakışla Amerika'da geçmesi olabilir. Kitapta Fransa şehirlerini dolaşıyorlardı.Fransa'da geçen filmleri özellikle Roma'da geçenleri çok ayrı seviyorum.Siz de bu düşüncedeyseniz Roma'yı en güzel yansıtan La Dolce Vita'yı izleyebilirsiniz. Bunun dışında kaçınılmaz olarak bir karşılaştırma yapacak olursam filmin çok daha etkileyici olduğunu söylemem gerekir. Senaryoyu güçlendirecek yeni odak noktalarının filme dahil edilmesi bu sonucu doğurmuş.

Şimdi bir sahne var ki hayatım boyunca bir sahnenin içinde kalmak zorunda olsam bu sahneyi seçerdim.Şu ayrımı yapmam gerekir ki ölüm veya radikal değişimleri içeren sahneler herkesi her koşulda içine alır,sarsar.Hiç beklemediğiniz bir kadın çok sakin bir sahnede cama koşup atlasa mesela ya da idam sahnesinde şarkı söylerken kadının ipini çekseler ve bir anda kadını sonsuza kadar sustursalar ya da ne bileyim film boyunca katili ararken katilin aslında çocuk elbiseleri giymiş bir cüce olması ve bıçakla sahnede üzerinize doğru koşması.Durdurdum kendimi çok fazla sarsıcı sahne örneği verebilirim ama bu ayrı işte. Burada anlatmak istediğim konu bu sahnenin en yüksek derecede huzuru taşırken aynı zamanda dramı da hissettirmesi. Evet tango sahnesi. Hayatımda kendimi en kötü hissettiğim anlarda izleyebileceğim bir sahne bıraktı bu film bana.Ama izlediğimden beri hiç açıp izledim mi sahneyi ; Hayır. Demek ki üzülünce filmlerden sahneler aklınıza gelmiyormuş, üzen kişiyle yaşadığınız bir sahnenin hayalini bir film sahnesine değişmiyormuşsunuz.Hala okuyan varsa neden bunu kendinize yapıyorsunuz?



Kitapta aşk hikâyesi de vardı.Filmde ise yoktu.Demek ki film aşka başvurmayacak kadar iyi.Bunun dışında daha etkileyici olduğunu düşündüğüm silah sahnesi filme farklı bir hava katabilirdi. Ancak buna yer verilmemişti. Belki de diğer uyarlamayı da izleyip buna karar verebilirim.Bilemiyorum.

Çekimler çok başarılıydı. Özelikle araba sahnesi inanılmaz güzeldi.A Short Film About Love'daki süt arabası sahnesi kadar güzeldi. Kitabı okumak size kalmış ama bu filmi mutlaka görmelisiniz ki zaten çok ünlü bir film izlemişsinizdir.O zaman niye inceledim.Öyle can sıkıntısı.

6 Mart 2016 Pazar

Ma Nuit Chez Maud/ My night at Maud's

My night at Maud's Eric Rohmer'ın ahlak öyküleri serisini oluşturan 6 filmin 3. durağı.1969 yapımı siyah beyaz olan bu film gerek içerdiği konular gerek zekice dizilmiş replikler gerekse içerisindeki mesajlar nedeniyle zamanını aşıyor.Özellikle içinde bulunduğumuz bu toplumda hala çözemediğimiz bir "ahlak" problemi olması nedeniyle güncel sayılabilir.
Filmin başlıca konuları ahlak,din,ilişkiler,hayat,felsefe ve Blaise Pascal. Pascal demişken kendisi hakkında özellikle din konusundaki görüşleri hakkında bir şeyler bilmiyorsanız film akmayacaktır.Bazı filmler belli bir oranda bilgi birikimi gerektirir.Biraz araştırarak izlerseniz sizin için yeni bir düşünce ortamı doğacak.Çok farklı görüşlerde 3 kişi (katolik-Marksist-Ateist) çeşitli konuları tartışırken hangi olasılıkların en büyük kârı getirmesine istinaden toplumun veya kendimizin bu yaşam tarzını seçtiğimizi düşüneceksiniz.Çoğumuz bize dayatılan bir yaşamı idame ettirmeye çalışıyoruz ne de olsa.
-Buradan sonra Spoiler var.- Kapalı ve sıkıcı bir hayat yaşayan ve kendisini dindar olarak tanımlayan Jean-Louis kilisede bir kadın ile karşılaşır ve sözde prensiplerini bir yana bırakarak kadını takip etmeye başlar. Buna ise bir kılıf bulur. Evleneceği kadını bulmuştur. Daha sonra çocukluk arkadaşı İvan ile karşılaşır. Marksist olan İvan onu sosyal hayatın içine sokmaya çalışır.Ve din çerçevesindeki direncini kırmak amacıyla Maud'un evine davet eder.Maud ateist olan özgür kadındır.
Gençlik yıllarında tanışan Jean-Louise ve Vidal 14 yıl sonra hayatlarının çok farklı yönlerinde olduklarını anlarlar. Felsefeci Vidal daha alaycı iken mühendis Jean-Louise konulara bakışı sert ve ciddi. Özellikle reddetmek için harcadığı zamanda kabul için harcadığı zamana göre çok daha büyük bir çaba harcıyor. Bu sıkıntı Maud için oldukça komik. Çünkü herhangi bir maskeyle uğraşmıyor.Kilisenin dayattığı ahlak kuralları içerisinde değil kendi doğallığıyla hayatı karşılıyor.Bana tamamen Jules and Jim filmindeki Catherine'i hatırlattı.Özgür kadın imgesi nedeniyle belki de özenilen kadın kim bilir.
Jean-Louise dindarlığın ancak yüzeyde kaldığı 20 yüzyılda genelgeçer bir ahlak istiyor. Zaten toplum kisiden ahlaklı olmasını değil fakat öyle görünmesini istiyor.Bu maskeye sahip olmayan Maud ve Vidal ile karşılaşıyor. Cinsellik ve ahlak sorunlarını gizleyerek bir ikiyüzlülük içindeki yaşamı seçiyor. Pascal'ın insan hakkında görüşleri benmerkezciliği ile çatışıyor.Din konusundaki düşünceleri ile Pascal'ın din değiştirme konusundaki düşünceleri de. 17.yyda Pascal'ın kilise tarafından kabul edilmemesi nedeniyle bütün fikirlerine şiddetle karşı çıkıyor. Düşüncelerini sadece dini nedenlerle oluşturan bircokları çevremizde.Maud ile kaldığı gecede ise gerçek kişiliği ortaya çıkıyor.
Seçtiği kişinin Françoise olmasının tek nedeni toplumda ahlaklı gözükmesi veya katolik olmasıydı. Çünkü ahlak kendimizi topluma gösterdiğimiz şeklimizdi.Filmin sonundaki durumu başında anlayacakken üzerine gitmeyerek sözde ahlakın devamlılığını sağlıyor. Gerçek olandan korkarak ikiyüzlülüğü tercih etmemiz köklerden geliyor.
Goruntuleri ise fotoğraf karesi gibiydi. Her bir eşya özenle seçilmiş ve konulmuş hissiyatı veriyordu. Bunun dışında takip sahnesindeki çekimler bir yandan 60lar Fransasının tarihi havasını da içeriyordu.Tüm bunlar dışında en sevdiğim iki film olan Amour ve Three Colors Red'de oynayan Jean-Louis Trintignant'ın oyunculuğu çok doğal. Bir filmden beklentiniz sinematografi ise izleyiniz. Didaktikliği ise izleyiniz. Siyah beyaz filmleri seviyorsaniz mutlaka izleyiniz. Ahlak konusunu irdelendigi bu filmi lütfen izleyiniz.